Camusian Bakış Açısından Picasso ve Gerçekçilik
- Barış Dağhan
- Jul 31, 2023
- 7 min read
Camus ve Picasso İlişkisi
10 Mayıs 1940’ta Almanlar Fransa’yı işgal halindeydi ve hızlıca Paris’e doğru ilerlemekteydiler. Takvimler 14 Haziran’ı gösterdiğinde ise Almanlar Arc de Triomphe’un önünde zafer yürüyüşü yapmaya başlamışlardı bile. Buna bağlı olarak şehrin diğer tüm alanlarında olduğu gibi kültürel hayatı da sıkı bir şekilde Nazi’lerin kontrolündeydi. Fransa’da gerçekleşen tüm yaratıcı faaliyetler yeraltına çekilmiş durumdaydı. Bu faaliyetlerden biri de 14 Mart 1944'te gizli bir şekilde gerçekleşen Picasso’nun sürrealist ‘’Desire Caught by the Tail’’ oyunuydu. Bu gizli etkinlik sürrealist şair Michel Leiris’in dairesinde gerçekleşmiştir. Etkinlik esnasında apartman dairesi, oyundan bölümler okumakla meşgul Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir gibi Paris’in önemli kültürel karakterleri ile doluydu ve oyunun okumasını yöneten de Albert Camus’dan başkası değildi. Kast üyeleri birkaç gün sonra Picasso tarafından kendisinin stüdyosuna davet edilmiştir ve bu anlar Paris’li fotoğrafçı Brussai tarafından ölümsüzleştirilmiştir (Figür 1).

Figür 1
Fotoğrafta Camus aşağıda ortada, sağında Jean-Paul Sartre, solunda Michel Leiris ile çömelmiş durumda görülmektedir. Picasso elleri bağlı bir şekilde solunda Simone de Beauvoir ile Camus’un arkasındadır.
Camus ve Picasso, bahsi geçen tarihten sonra tekrar fiziksel olarak bir araya gelmemiş olsalar da aralarında sanat görüşü açısından kayda değer bir yakınlık olduğu görülebilir. İkisi de birbirinden bağımsız olarak modern çağda sanatçının gerçekleri gözler önüne sermesi konusunda benzer konseptler öne sürmüşlerdir. Absürt felsefesinin sınırlarını çizerken Camus, gerçek ‘’büyük’’ sanatçıların gerçekliği yansıtmalarındaki sorumluluklarını sorgulamıştır. Bununla birlikte Picasso’da eserlerinde sıklıkla sanatçının gerçekliği yorumlaması fikrini işlemiştir. Bu noktada Camus’nun ‘’en yüksek boyuttaki sanat her zaman gerçeklik ve gerçekliğin reddedilişi noktalarının kesişiminde var olmuştur’’ düşünceleri ile Picasso’nun sanat algısı önemli benzerlikler içerir.
Camus’nun Absürt Gerçekliği
Öncelikle Camus’nun sanatın ne olduğu hakkındaki görüşlerini belirtmek, konuyu irdelemek açısından faydalı olacaktır. Camus’ya göre sanat, dünyadaki tüm fani ve yarım kalmış şeylere karşı bir isyandır. Bunun sonucunda, sanatın tek amacı tüm bu karşı çıktığı şeylere karşı alternatif bir gerçeklik sunmaktır. Sanat şeylerin ne tamamen kabul edilişi ne de onlara tamamen karşı çıkmaktır. Sanat aynı anda hem reddetme hem de kabullenmedir.
Çatışmaların çıkış noktası işin özünde temel insan ihtiyaçlarıdır. Sanatçının gerçekliği ifadesi Camus’nun aslında insanlığın bir sorunu olan absürt çatışmalar fikri çerçevesinde görülmelidir. Bu absürt çatışma aslında insanın hayatında aradığı bütünlüğün, bilinmez ve bölük pörçük olan dünya tarafından sürekli olarak rahatsızlığa uğratılması, bozulmasıdır. Bunun sonucunda ‘’bu bütünlük hasreti, insanın dramasını yaratan en temel dürtüdür.’’ Aynı zamanda Camus, dünyada bütünlük dediğimiz durumun varolması halinde sanatın da var olmayacağını belirtmiştir.
Rönesans’tan beri sanatçılar görünen dünyayı eserlerine yansıtmak için ya da onu gözlemlemek için, günümüzde halen geçerli olan bazı teknikler geliştirmişlerdir. Bunun yanında yirminci yüzyılın modernist sanatçıları görünen dünyayı olduğu gibi yansıtmak yerine onu derine gizleyen abstrakt metotlara yönelmişlerdir. Fakat iki yöntem de, gözlemci için ‘aslında var olmayan’ dünyadaki bütünlüğü yakalamak için yetersizdir. ‘’Hem formal hem de abstract sanatçı bütünlüğü realitede (onun en işlenmemiş halinde) ya da tüm gerçekliği yıkmak isteyen hayali yaratıcılıkta aramaktadırlar. ‘’ (Camus, 1956)

Nadir Görülen Bir Camus Gülümsemesi
Eğer sanatçı gerçekliği tamamen terk ederse, elindeki sonucun dünyayla bir bağı olmayacaktır. Diğer yandan eğer sanatçı dünyayı olduğu gibi yansıtmayı hedefliyorsa da sonuç yalnızca bireyin dünya algısından ibaret olacaktır. Konuyla ilgili Camus, ‘’Sanat ne tamamen bir sorgulama ne de tamamen bir kabulleniştir’’ der.
Dünyada tam anlamıyla bir bütünlüğün var olması mümkün olmadığı için, sanatçı gerçekliği kendi özsezisi vasıtası ile göstermek durumundadır. Varolan dünyayı ne tamamıyla reddeden ne de tamamıyla kabul eden yeni bir gerçeklik yaratma becerisi, dahi sanatçının kendisini diğerlerinden ayırt edici özelliklerinden biridir. Fakat her ne kadar kulağa hoş gelse de, gerçekliğin yeniden inşası nasıl mümkün olabilir? Aslında her sanatçı bu sorunu kendine has yöntemlerle çözmeye çalışır. Bu noktada belirtmek gerekir ki, kendi gerçekliğin oluşturmanın öncesinde, gözlemlenen gerçekliğe dair tutarlı bilgilere sahip olmak gereklidir.
Camus ayrıca yaratıcısından bağımsız sanat eserinin yalnızca demode olmakla kalmayıp, aynı zamanda yanlış olduğunu da ifade eder. ‘’Sanatçı kendini esere teslim eder ve ortaya çıkan sonuç sanatçının kendisidir’’ (Camus, 1955). Yazar kendisi hakkında yazmaz, aksine yazıya kendi benliğinde ulaşır. Fikrin sanatçının benliğinde gizli olup, keşfedilmeyi bekler bir vaziyette olması modernist sanat görüşünün temelinde olmakla beraber Camus’un da sanatsal değerlerinin temelini oluşturmaktadır.
Camus aynı zamanda duyguların hayattaki yerinin de farkındadır. ‘’Bu konuda ısrarcıyım ki, insanın sadece fikirlere indirgenemeyecek tarafı da göz önünde bulundurulmalıdır - onun doğasının yalnızca yaşama eyleminden başka bir yönüne hizmet etmeyen tutkulu tarafı’’ (Camus, 1956).
Camus, kendisinden başka birçok alanda yaratılmış ’’başka gerçekliklere’’ hayranlığını belirtmiştir. Bu ‘’gerçeklikler’’ arasında yazar Madame de La Fayette (1634-1639, Fransız), Marquis de Sade (1740-1814, Fransız), Stendhal (1783-1842, Fransız), Honore Balzac (1799-1850, Fransız), Herman Melville (1819-1891, Amerikalı), Fyodor Dostoyevsky (1821-1881, Rus), Lev Tolstoy (1828-1910, Rus), Franz Kafka (1883-1924, Bohemya), Marcel Proust (1871-1922, Fransız), William Faulkner (1897-1962, Amerikalı), George Andre Malraux (1901-1976, Fransız). Görsel sanatlarda ise Giotto (1267-1337, İtalyan), Piero della Francesco (1416/1417-1492, İtalyan), Paul Cezanne (1839, Fransız), Albert Pinkham Ryder (1847-1917, Amerikalı), Balthus (1908- 2001, Fransız) sayılabilir.
Tüm bu sanatçılar. Camus’nün büyük bir sanatçının gerçekleştirmesini beklediği nihai hedefe ulaşmışlardır - eserleri vasıtası ile farklı bir gerçeklik yaratmak. ‘’Belki de büyük sanat eserlerinin önemi eserin kendisinden çok sanatçının deneyimlemesini beklediği çile ve büyük uğraşlar ile hayaletlerinden kurtulması ve saf gerçekliğe bir nebze daha yaklaşması ihtimalidir’’ (Camus, 1955).
Picasso’nun Gerçeklik Arayışı
Şüphesiz ki, hem nitelik hem de nicelik bakımından Picasso’nun resimleri, heykelleri, gravür ve seramikleri ‘Yüzyılın Dahisi’ ünvanını hak eden birinin elinden çıkmıştır diyebilirim. (Walther, 2000, 7) Picasso, ölümünden beri dünyada müzelerin ana hedefi olmayı sürdürmektedir. Görünen o ki sanat çevreleri, onun farklı tarzlar benimsediği dönemlerini, özellikle kullandığı konuları, farklı materyal dönemlerini, dünyadaki olayların sanatına etkisini ve kişisel ilişkilerinin her birini eşit oranda ilgi çekici ve gösterilmeye değer bulmaktadır. Eserleri halen milyonlarca dolar değerindedir ve Paris, Barselona, Antibes ve Malaga’da yalnızca Picasso adına müzeler bulunmaktadır. Daha spesifik bir örnek vermek gerekirse, aşağıdaki listede yalnızca 2023’te Picasso adına yapılan sergilerin bir listesi görülebilir.
De Junge Picasso: Bjaue und Rosa Periode,Beveler Derneği, Riehen/Basel, İsviçre
Picasso Masterpieces,Picasso Müzesi, Paris, Fransa
Picasso La Scultura,Galleria Borghese, Rome, İtalya
Picasso Blue et Rose ,Musee d’Orsay, Paris, Fransa
La Vacance de M. Pablo : Picasso a Antibes Juan-les-Pans, 1920-1946. Antibes, France ,Musee Picasso, Antibes, Fransa
Picasso on Paper,Kuntshal, Rotterdam, Hollanda
Picasso : The Late Work From the Collection of Jacqueline Picasso,Museum Barberini, Potsdam, Almanya
Picasso: Birth of a Genius,Center for Contemporary Art , Beijing, China
Sanat tarihçisi Carsten-Peter Warncke’in Picasso’nun neden halen dünyada odak noktası olduğuna dair şunları söyler : ‘’Picasso sadece bir adam ve onun sanatından ibaret değildir. O neredeyse bir mit haline gelmiştir. Genel halk görüşünde Picasso her zaman modern sanat dehasının kişileştirilmiş hali olmuştur. Kendisi neredeyse yaptığı gündelik işlerde bile sanatsal bir yön barındıran kaotik bir fenomendir’’ (Warncke, 2007).
Gerçekten de Picasso, konumuz açısından bakacak olursak da Camus için ‘’nadir’’ olarak sınıflandırabileceğimiz sanatçılardan biridir. Camus Picasso’nun eserlerini ‘’aslında bizim var oluşundan bile farkında olmayarak deneyimlediğimiz başka bir gerçeklik algısı’’ şeklinde dile getirir. Hayatı boyunca Picasso gözlemlenebilen dünyayı kendi bilinç altı dünyasına yansıtmıştır.
1970’de 26 yaşındaki Picasso, devrim niteliği taşıyan ve görünen gerçekliği parçalayan ve tamamen kendi iç dünyasına göre aktaran Les Demoiselles d’Avignon (Figür 2) eserini üretmiştir. İspanya’da bir genelevdeki beş hayat kadınını görebileceğimiz eser, üretildiği zamanın dünyasında da insanoğlunun gerçeklik algılarına meydan okuduğu bir döneme tekabül etmektedir. Aynı zamanda 26 yaşında olan Einstein da, sonraları Görelilik Teorisi’ne dönüşecek olan çalışmalarına dair ilk makaleleri yayınlamıştır.
Picasso da, Einstein da dünyayı algılarken sadece duyulara güvenmenin yanıltıcı olduğunu düşünmüşlerdir. Onlara göre ‘’sanat ve bilim, algılarımızın ve görünenin ötesindeki dünyaları keşfetmemiz için birer araçtır’’.
Günümüzde halen Einstein’ın yüz yıldan fazla bir süre önce yazdığı devrimsel makaleleri, fizikçileri anti-realistler ve realistler olarak ikiye ayırmış durumdadır. Anti-realist görüş evrensel bir gerçekliğin olmadığı, böyle bir gerçeklik olmuş olsaydı bile insanların onu kavrayamayacağını savunurken realist görüş ise insanoğlunun evrensel gerçekliği günümüzde olmasa bile gelecekte kavramasının önünde bir engel olmadığını savunur.
‘’Picasso her şeyi tamamen alt üst etmek istemiştir. Eserle ilgili yapılabilecek ilk yorum olan Picasso’nun kadın güzellik algılarına karşı isyanı, aslında ana kaygısı sanılsa da, Picasso insanların ona dayattığı ideal ressam görüntüsünü yok etmek istiyordu ve aslında Rönesans’tan beri gelen tüm Batı sanatına karşı bir antipati besliyordu’’

Figür 2
Les Demoiselles, Picasso’nun daha sonraları Kübizm’e dönüşecek sanat formuna doğru attığı en önemli adım olarak sayılabilir. Les Demoiselles’i ürettiği aynı yılda Picasso, aynı zamanda ressam George Braque ile de tanışmıştır. İkili kısa süre içerisinde benzer sanat görüşleri sayesinde mesleki olarak yakın hale gelmişler ve beraber çalışmaya başlamışlardır. Braque yıllar sonra bu ikili ilişkiyi ‘’dağ tırmanıcıları’’ olarak adlandırmıştır. Dağ benzetmesi aslında dönemin sanat görüşüne karşıt işler üretmelerinden dolayı ‘’aşılacak engeller bütünü’’ olarak görülebilir ve durumu iyi özetleyen hoş bir benzetmedir. Picasso ve Braque’in ortak çalıştıkları dönemde çalışmaları o kadar benzemiştir ki, eğer altında imzaları olmasaydı kimin yaptığını anlamak neredeyse imkansızdı. Aşağıdaki üçüncü figürde ikilinin tarz olarak ne kadar yakın oldukları görülebilir.

Figür 3
‘’Çalışmalarıma bakan birisinin, esere on, yüz ya da bin farklı yorum getirmesini istemiyordum. Bana göre yalnızca tek bir anlam olmalıydı ve bu da bir noktaya kadar doğanın fark edilmesi olasılığıydı, en azından bozulmuş halde bile olsa doğanın fark edilmesi. Fakat yanlış anlaşılmaması gerekir ki ben doğayı ifade etmeye çalışmıyorum. Uzak Doğu’daki sanatçıların belirttiği gibi ; yalnızca doğanın ahengi ile çalışmaya çalışıyorum’’ (Picasso, 1964).
Picasso’nun Kübizm’i beşyüz yıllık akademik bir tarihe dayanan Rönesans geleneğinden tamamen bir ayrılmadır. Les Demoiselles ile Picasso, algılanan gerçekliği parçalarına ayırırken Kübizm ile bu gerçekliği daha önce sanat tarihinde görülmemiş bir yolla birleştirmiştir diyebiliriz. Kübizm, esasında resimlerin daha monokromatik ve iki boyutlu bir hale büründüğü ‘’analitik periyot’’adı verilen dönemden meydana gelmiştir. Fakat aslında konunun en kritik noktası, hem Picasso hem de Braque’un eserlerinde neredeyse tamamen bir abstraktsiyon’un kıyısına kadar gitmiş olmalarıdır. Ancak ikili bu sınırı her ne kadar zorlamış olsa da, asla sınırı geçmemişlerdir. En karmaşık eserlerinde bile bize ‘’gerçek’’ dünyamızı hatırlatan bir el, gitar ya da bir bıyık gibi ipuçları barındırmışlardır.
Tarih 1912’yi gösterdiğinde analitik kübizm, ‘’sentetik periyod’’ olarak adlandırılan bir döneme geçmiştir. Bu dönemin eserlerinde artık dünyamızdan fark edilir nesneler ağırlıktadır ve renklendirmeler daha çok patternler şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Peter Berger Picasso ve Braque’un önemini şöyle açıklar:
‘’Sanat eserinin artık konusunun dışavurumundan çok yeni bir obje olması fikri, zaman ve uzayın birbiri içerisinde varoluşlarını kabul eden bir kompozisyon yöntemi, esere dış dünyadan eklentiler yapılması, izlenimlerin diyagramlar halinde kullanılması, işte tüm bunlar Kübizm’in devrimleridir’’ (Berger, 1969).
Burada Berger aslında görünen dünyayı sanatçının kendi gerçekliğinin içerisinde dahil etme yöntemlerini maddeleştirmiştir. Kübist periyot, Braque’un 1.Dünya Savaşı’nda göreve çağrılması ile bitmiştir diyebiliriz.
Kübist periyottan sonra Picasso gördüğü gerçekliği kendine göre yorumlamaya ve sanatsal deneyler yapmaya devam etmiştir. Bu dönemden sonra diyebiliriz ki, Picasso’nun eserleri artık tek bir yorumdan ziyade birçok duyguya yönelik bir hal almıştır. Örneğin realizme daha yakınlaşmak (Figür 4), sürrealist deneyimleme (Figür 5), İspanya İç Savaşı sırasında Alman saldırılarına karşı politik bir cevap (Figür 6), savaş dönemindeki Paris’teki stüdyo hayatı hakkında (Figür 7).

Figür 4

Figür 5

Figür 6

Figür 7
Comments