Deneysel Sanat ve Bireysel Özgürlük
- Barış Dağhan
- Feb 3, 2024
- 9 min read
Modern sanat konusuna başlamadan önce belirtmem gerekmektedir ki; belirli bir kültür içerisinde oluşum kazanan, geçmişi miras alırken gözü hep geleceğe ve bulunduğu çağa bakmakta olan bir eser, milenyumda üretildiği için ‘’modern’’ niteliği kazanmamaktadır. Benim fikrime göre bir eseri ‘’modern’’ kılan unsur, üreticisinin yeni olasılıkları ve algıları eserinde ciddi bir şekilde benimseyip aynı zamanda bulunduğu zamanda ortaya çıkmış perspektifleri göz ardı etmemesidir.
Joan Mitchell, Weeds, 1976
Günümüzde tüm sanat disiplinlerinin ve tabii ki resmin de taşıdığı bazı genel özellikler vardır. Fakat belki de somut olarak göz ile görmesi daha kolay olduğundan resim disiplini onu algılayan kişiye, diğer sanatlara göre gelişimsel bakımdan daha modern gelmektedir. İçinde bulunduğumuz on yılın (hatta bunu içinde bulunduğumuz yıla kadar indirgeyebiliriz) ve Dünya Savaşı öncesinin sanatını karşılaştıracak olursak, günümüz sanatının önemli bir ölçüde şekilde kişisel, üreticisinin deneyimleri ile yakından ilişkili olduğunu söylemek zor olmayacaktır.
Aynı zamanda artık disipliner bakımdan malzemeye (medium) yaklaşımın da daha özgür ve risk alan bir biçimde karşımıza çıktığını söyleyebilirim. Bununla birlikte artık günümüz sanatında geçmişte olduğu gibi bir takım sabit ve değişmez kurallardan uzaklaşılması sonucunda bana öyle gelmektedir ki; artık sanatçı sayısı kadar sanat algısı vardır. Yani sanatın sınırları, ona ne şekilde ve hangi beklentiyle baktığınız ile doğru orantılıdır. Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum, sınırların artık daha esnek olduğu ve kurallara bağlı olmadığınız bir sanat anlayışı eşittir daha özgür anlamına gelmemektedir. Benim düşüncem, bu noktada yapılabilecek en akıllı şeyin, kendi adınıza sınırlarınızı olabildiğinde daraltmanız ve bulunduğunuz noktadaki özgürlüğü fark etmeniz yönünde olacaktır.
Göz önünde bulundurulması gereken başka bir nokta da; her sanat disiplini, diğer disiplinlerde bulunmayan malzemeden (medium) dolayı kendi içlerinde sınırlarını çizerler. Malzeme konusunda her ne kadar farklı alanlar arasında kesişim noktaları olsa da, örneğin x bir malzemenin resimdeki esnetilebilir sınırları, heykeldeki kadar geniş olmayacaktır. Tabii ki bu esnetilebilir şeklinde bahsettiğimiz sınırların ne kadar büyük olduğunu tahmin etmemiz de mümkün değildir. Sanatın limitleri önceden belirlenemez. Bu konuda da muhtemelen en doğru cevabı zaman ve kendi hayal gücüne inanan sanatçılar vereceklerdir.
Daha kişisel, serbest, deneysel bakış açısı ve iç dünyaya yönelik eğilimin artması ile geçtiğimiz yüz yılda resim sanatı, yapısal olarak devrimsel bir değişime uğramıştır. Heykeltıraş ve ressamlar bulunduğumuz yüzyıl içerisinde doğada görünen bazı form yapılarına olan zorunluluklarından kurtulup bu formların iç dünyalarındaki kişisel yansımalarını ifade etmişlerdir.
Helen Frankenthaler, Flood, 1967
Genel-geçer sanat geleneği dediğimiz olgu ve kurallar bütünü, geçmiş yüzyıllarda sanatçıların ortak bir payda olarak kabul ettiği ve en azından başlangıç noktası olarak aldıkları bir kabulleniştir ve geçmiş yüzyıllarda bu kurallar nadiren gerçekleşen birkaç deneme dışında sorgulanabilir özellikte değillerdi. Fakat artık günümüz dünyasında bu kurallar tamamen göz ardı edilmektedir. Bunu söylemekle birlikte örneğin elitist abstrakt ekspresyonizm çevrelerinde, bu alana dahil olan eserleri değerlendirirken göz önüne alınan bazı kalıpların da yavaş yavaş oluşmaya başladığını belirtmekte fayda vardır.
Diğer taraftan günümüz modern sanatına yapılan başlıca eleştirileri, eski standartların terk edilmesi ile eserlerin artık fazla kaotik, kuralsız ve mantıklı bir doğrultuda ilerlemiyor olması şeklinde sıralayabilirim. Aynı zamanda artık benzer bir sanat algısının da olmaması insanların ortak sosyal amaçlar ve fikir birliğinde olmasının da önüne geçmiştir. Deneysel bir karakteri olan modern sanatın anarşist karakteri, insanlara toplumda da kaos ve düzensizliğin önünü açacağını düşündürmüştür.
Philip Guston, Dial, 1956
şin diğer yüzüne baktığımız zaman aslında Ingres, Delacroix ya da Courbet gibi ‘’old masters’’ adıyla andığımız kişiler sanatlarını kendi idealleri doğrultusunda şekillenen düzen, özgürlük ya da nihai gerçeğe ulaşmak gibi sebeplerle icra etmişlerdir. On dokuzuncu yüzyıla baktığımızda ise, neredeyse sonu olmayan bir tarz ve kişilikler bütünü ile karşılaşmaktayız. Bu noktada bana göre sormamız gereken temel soru; sanatçı sayısı kadar sanatsal görüşün oluşmaya başlaması gerçekten de özgürlük, bireysellik, kendini ifade etme ve samimiyet gibi kavramların popüler olmasından mı, yoksa toplumsal olarak bir çürüme ve kültürel zayıflamanın başlaması ile mi ortaya çıkmışlardır?
Barış Dağhan, Three Poems, 2022
Geçtiğimiz son yüz yıl içerisinde, önceki dönemlerin kurallarından kendilerini
arındırmış sanatçılar, işin doğası gereği yeni formlar ve ifade yöntemleri geliştirmişlerdir. Bu yeni gelişmeler sonucunda sanat algısına yönelik bakışta da yeni düşünce sistemleri oluşmaya başlayacaktır. Eserlerin ne kadar karmaşık ya da basit olduğu gözetilmeksizin sanatçılar genel olarak iki yargıya varmışlardır : birincisi her eserin kullanılan formlardan bağımsız olarak kendine has bir mantık çerçevesine oturması, ikincisi ise doğayı ya da insana ait özellikleri gerçeğine birebir benzer şekilde yansıtmaya gerek duyulmadan yalnızca renk, şekil ya da motiflerin birer form olarak kullanılabilecekleridir.
Genel sanat görüşünde yaşanan bu yeni gelişmeler sonucunda, uzak kültürlerin ve ‘’old art’’ şeklinde adlandırılan eserlerin de insanların ilgisini çekmeye başlamasını sağlamıştır. Bu grup içerisine kültürlere Asya, Afrika ve bazı Uzak Avrupa kültürlerini dahil edebiliriz. Bu kültürler, Batı’da kabul gören sanatın doğaya belirli bir oranda atıfta bulunması ya da eserde sanatçının ustalığını sergiliyor olması gibi fikirlerden bağımsız oldukları için daha önceden pek de dikkate değer bulunmuyorlardı. Küresel olarak gerçekleşen sanatsal gelişmeler sonucunda, eskiden göz ardı edilen ya da sanatsal değeri olduğuna inanılmayan resim, heykel ya da mimari eserleri de ‘’uygar’’ olan Batı sanatı ile aynı kulvarda konuşulmaya başlanmıştır. Benim fikrime göre modern resimde yaşanan devrimler, bu noktada önemli bir yol gösterici olmuştur.
Cy Twombly, Untitled (Rome), 1960
Resimde yaşanan devrimler sonrasında sanatın dışavurumsal, düşünsel, yapısal ve yenilikçi özelliklerinde de artık farklı yorumlamalar yapılmaya başlanmıştır. Fakat bu cümleden sanat devrimi öncesi eserlerin yetersiz ya da değişmeye ihtiyacı olduğu çıkarılmamalıdır. Bu yenilikler daha çok sanatta özgür alanın genişlemesi ile ilgilidir.
Savaş öncesi ve sonrası sanatın her alanında kaçınılmaz değişimler yaşansa da, bunun en belirgin ve radikal olanları resim ve heykel alanlarında gerçekleşmiştir denebilir. Bu alanlardaki değişimler daha kapsamlı ve temeli ilgilendiren cinsten olmuştur.
Gittikçe güçlenmeye başlayan özgürlük ve olasılıklar algısı, renklerin ve formun kendi kendine varılabilen ve kendine yeten yapısı son 100 yıldır kültürümüze işlemiş haldedir. Resimde ve heykelde figürün bir işlev olarak değerini yitirmesi ile sanatçının form açısından yeni arayışlar ve kabullenişler içerisine girmesine sebep olmuştur. Bu gelişmeler sonucunda ‘’abstrakt’’ ortaya çıkacak ve genel olarak kabul edilebilir bir tarz haline gelecektir. Çoğu insanın yanıldığı bir nokta olan abstrakt konusunun, hakkında araştırılması ve zaman geçirilmesi gereken ciddi bir bakış açısı olduğunu düşünmekteyim.
Yapısal olarak geçmişte ideal olarak kabul edilen değer ve ilgilerin reddedilmesi ile ortaya çıkan abstrakt, tuvale rastgele boyaların atılması olarak anlaşılmamalıdır. Aynı zamanda bu türde sanatçı, doğanın kusursuz bir düzen olarak sanatta temel alınmasına karşı çıkarken doğada karşılaştıkları duygu durumlarının da eski zamanlardaki gibi hayatı belirleyici tarzda olduğuna inanmamaktadırlar. Bu tarzın gelişmeye başlamasına aynı zamanda yeni hayat problemleri, sosyal gelişme ve çatışmalar, insanın anlam arayışı, bireyin yaratıcılığının ve teknolojik gelişmeler yol açmıştır diyebiliriz.
Wassily Kandinsky, Composition VIII, 1923
Resmin ve heykel bana göre somut olarak üretilmeye devam eden, kültürümüze dahil olan son disiplinlerdir. Neredeyse bunun dışarısında kalan her fiziksel obje artık endüstriyel olarak yığın halinde üretilmektedir. Günümüzde artık her üretim ve obje, kişiselliğin neredeyse ortadan kalktığı ve üretici ile üretilenin bir noktadan birbirinden ayrıldığı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Resim ve heykel dışında kalan objelerin çoğu, standart haline gelmiş, sayı baz alınarak ve üretici ile tüketici arasında hiçbir bağın olmadığı bir şekilde üretilmektedir. Bu ürünler yalnızca faydasal somut bir amaca hizmet etmektedirler.
Plastik sanatların ulaştığı bu noktadaki en önemli ayrım da, aslında yarar amaçlı ve pratik amaca yönelik yaşantının bir noktadan sonra tatmin edici olmaktan çıkmasından kaynaklanmaktadır. Uyum, ahenk, fayda ve yaşam kolaylığının getirileri, insanın içerisindeki boşluk ve kaygılarını karşılamakta yetersiz kalmaktadırlar ve bütün bu aslında pozitif görünen algılar nadiren kişinin gelişmesine katkıda bulunmaktadır. Tam da bu yüzden sanatın amacı, günümüzde hiç olmadığı kadar tutkulu bir şekilde vurgulanan spontanelik ve yoğun duygu dışavurumudur. Her resim de aslında üreticisinin kendini ve özgürlüğünü keşfini ifade eder. Ressam, işin alıcı tarafında ise tüm bu yoğun duyguları anlayabilen, onu kendi benliği ile sentezleyebilen, yerine başkasının koyulamayacağı türden bir takım özellikler fark eden bireyler düşlemektedir.
Sanatçının bilinç altı ve hayal gücü ile birlikte gelişen doğaçlama yetisi, dürüst bir şekilde dışavurumuna katkıda bulunacak bir takım dokusal (texture), yüzeysel (surface) ve malzemeye bakış açısından (process) sürekli yeni arayışlar içerisinde olmasına yol açar. Bu yeni tarzın belirleyici faktörü artık figürler değil; kanvas dokusu, fırça vuruşu, boyanın içeriği (quality), renklerdir. Tüm bu faktörler de üreticisinin süreçteki aktif varlığına işaret eder.
John Little, Untitled, 1959
Abstrakt akımın örneklerine baktığımız zaman kare, dikdörtgen, yuvarlak gibi bazı basit formlarla karşılaşmaktayız. Tüm bu basit şekiller aslında birtakım temel insan duygularını sembolize etmektedir. Bu konuyla ilgili Kandinsky’nin 1912 tarihli ‘’Concerning The Spiritual in Art’’ kitabı önemli bir kaynak olarak sayılabilir. Fakat son yüz yılda ortaya çıkan eserlerde, daha açık ve tek başına var olan formlar ile karşılaşmaktayız. Doğaçlama fırça darbeleri ve düzensiz şekiller varlığını sürdürürken, rastlantısal elementin de her zaman kendine yer bulduğunu söylemekte fayda vardır. Herhangi bir abstrakt eserin, canvas üzerinde geçirdiği sürece baktığımız zaman, başlangıçta anlamsız görülebilecek formların zaman geçtikçe birbirlerinin içine karıştığını ve hep birlikte kimi zaman kaosun içerisinde barındırdığı düzene büründüğünü gözlemleyebiliriz. Kişisel olarak ben kendi eserlerim üzerinde çalışırken de ‘’resmi yormak’’ diye tabir ettiğim bu sürece inanmaktayım. Yani rastlantısal elementin getirdiği kolaylığa kapılmadan çalıştığım eser ile zaman geçirmek, çoğu zaman sadece gözlemlemek, onu yargılamadan ve eserin benden bağımsız bir varlığı olduğunu fark etmek her zaman aklımda bulundurduğum konulardan bazılarıdır.
Aynı zamanda belirtmekte fayda vardır ki, formların bu denli özgürleşmesi ile, resmi algılayan kişinin ‘’büyük resmi’’ görmesi de zorlaşmaktadır. Bu yüzden bu disipline ait eserlerin fiziksel olarak belli bir mesafeden algılanmasında fayda olduğunu düşünmekteyim. Artık formlardan çok, sanatçının konsept olarak resmin merkezinde olduğunu görmekteyiz. Sanatta bu olguların ortaya çıkmasında, tabii ki de git gide ‘’anlık’’, ‘’rastlantısal’’, ‘’doğaçlama’’, ‘’plansız’’ hale gelen gündelik modern hayatın da etkisi büyüktür.
Jackson Pollock, Alchemy, 1947
Resimdeki rastlantısallık faktörü, aslında tarihsel olarak her zaman varlığını sürdürmüş bir durumdur. Hatta 16. Yüzyılda Montaigne, ressamın aslında elinde olmadan kendiliğinden ortaya çıkan fırça vuruşlarının, onun planlayarak yapabileceklerinden çok daha önemli bir yere sahip olduğunu belirtmiştir.
Bilincin kontrolü düzenin ve sistematiğin kaynağıyken, bilinçaltı ve tahmin edilemezlik de bir sanat eserinin önemli unsurlarındandır. Tam olarak da bu noktada sanatın, özellikle de modern sanatın aslında insanın gündelik davranışlarını ve en önemlisi konuşma paternleri ile ortaklığa gelmekteyiz. Herhangi biri ile diyalog içerisinde olduğumuz zaman, aslında üzerine düşünmeden ve önceden planlı olmayan bir şekilde cümleler kurarız. Kurduğumuz bu cümlelerin bizim için bir anlamı vardır ve karşı tarafın da bizimle aynı çıkarıma sahip olduğunu umabiliriz. Hiçbir cümlenin diğer kelimeler de aklımızda olmadan ilk kelimesini kuramayız ve aynı zamanda ilk kelimeden sonra kullanacağımız sözcükler olmadan da anlamlı bir ifadede bulunamayız. Resim, şiir ve müzik de işte tam olarak bu bilinç altı elementi ve bir takım doğaçlama komponentler içermektedir.
Ressamlar arasındaki kabul eden genel yargı, eski ya da modern fark etmeksizin sanatçının doğal objeler değil de renk ve biçimler ile çalıştığıdır. Fakat örneğin bir Rönesans ustasının çizgileri, doğada hali hazırda bulunan bir takım karmaşık formlara dayanmaktadır. Ya da bir akşam yemeği tablosundaki masa, bardaklar ve tabaklar, gerçek hayattaki görünüşleri ile aynıdır. Ya da bir manzara tablosunda zaten doğada gözümüzle görebileceğimiz şekilde örneğin ağaç ya da dağlar gibi formlar bulunmaktadır.
Jean Michael Basquiat, Untitled, 1982
Antik çağlarda, örneğin birbirine bakar şekilde çizilmiş iki hayvan figürü, doğada hali hazırda bulunan simetrik formları ifade eder. Diğer taraftan modern sanatçı, bu durumun tam tersine kimi zaman rastgele, çeşitlenebilir ve bozulmuş form olasılıkları ile ilgilenmektedir. Modern sanatçı bu formları fırçası ile doğaçlarken, kanvasta bıraktığı izlere bakarak, ortaya çıkardığı şekilleri özgür bir şekilde bozarak keşfedebilir. Onun hedefi genelde seçilmiş bir rastgele’lik içerir. Bu rastgele gelişen formlar, sanatçıya gerçek anlamda özgür olduğunu hissettirmektedir.
Daha çok pratik ve gündelik hayatı ilgilendiren konularda rastgele ve kaza ile gerçekleşen durumlar her ne kadar düzeni bozan ve ortadan kaldırılması gereken sorunlar gibi olsa da, tuval üzerinde gerçekleşen hatalar ve düzensizlikler, aslında onun yeni hayatının bir başlangıcıdır. Resimde ‘’otomatizm’’ olarak adlandırdığımız kavram, ressamın finalde bir formlar bütünü olarak karşımıza çıkan ilginç ve öngörülemeyen davranışlar bütününü ifade eder. Ressamın doğaçlama olarak, istemeden ya da rastgele yaptığı tüm fırça izleri diğer başka bir deneysel sanatçının eserinden farklı olacaktır. Bu algı içerisinde ressam, aslında bütün doğru ve yanlış olgularından bağımsız bir bakış açısı ile tuvale yaklaşmaktadır. Bununla birikte hiçbir form ya da renk uyumu aslında sanatçı için doğru ya da yanlış değildir. Jackson Pollock’un da ifade ettiği gibi aslında resim ve ressam her ne kadar birbirine bağlı olsa da, bir noktada resim onu yaratandan ayrı bir bilinç olarak varlığını sürdürmekte olacaktır.
Büyük bir tutku ile onu var eden sanatçı için ve üreticisinden bağımsız bir şekilde varlığa sahip olan eser için duygular ve deneyimler önemli bir derinliğe sahiptir.
Modern resim ve heykelin bir diğer özelliği de, yine günümüz dünyasıyla bağlantılı ancak ona karşıt bir yapıdadır Küresel olarak sanatçıların irite oldukları bu ifade ‘’iletişim sanatları’’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Teori ve aksiyonda karşımıza çıktığı haliyle iletişim; kişisel olmayan, önceden hesaplanmış, içerisindeki komponentlerin kontrol edilebilir olduğu ve her zaman ‘’faydalı’’ olmaya odaklanmış bir dünya hedeflemektedir. Fakat belirtmekte fayda vardır ki, özellikle resim ve heykel disiplinlerinde bahsi geçen anlamlarda bir direkt iletişim mümkün değildir. Bilindik iletişim kuralları bu alanlarda geçerliliğini kaybetmektedir. Özellikle son iki yüz yılda üretilen resimlerde, gözlemleyicisi ile iletişim halinde olma olgusunun özellikle sanatçılar tarafından ortadan kaldırıldığını gözlemleyebiliriz.
Artık deneysel ve ekspresif olan sanatçı, baktığınız ve deneyimlediğiniz eser ile aynı duygu durumuna sahip olmanızı sizden beklemektedir. Aynı frekansta buluşamadığınız resimlerin size anlamlı bir deneyim yaşatmayacağını söyleyebilirim. Tam bu noktada da gözlemci, ‘’bunu ben de çizerim’’ ya da ‘’bunu iki yaşındaki kızım da çizebilir’’ hatasına düşmektedir.
Bu sanat yalnızca yeni form ve fikirlere duyarlı, deneyimlere açık zihinlere bir takım duygular hissettirecektir. Duyarlı zihinlere, başlangıçta gürültü gibi gelecek olsa da, zamanla bu duygu aslında kişisel serüveninde ihtiyaç duyduğu ve daha önceden fark etmediği bir takım ifadelere dönüşecektir. Rothko’nun da belirttiği gibi aslında deneysel ya da modern sanat; hepimizin deneyimlediği temel ve özünde gerekli insani duyguları ifade etmekten başka bir şey hedeflememektedir.
Mark Rothko, Untitled, 1969
Comments